Merhaba.
Bu blog benim kişisel motosiklet hikayemi, motosikletle ilgili deneyim ve düşüncelerimi anlatmaktadır.
Profesyonel bir motosiklet sürücüsü değilim, amatörce, kendi bilgim dahilinde kendime bir kişisel motosiklet arşivi hazırlamak amacıyla yola çıktım, sonrasında iş biraz dallanıp budaklandı. Ben deneyim kazandıkça blogda paylaşım ve yazılar çoğaldı.
Motosiklet insana büyük zevk veren bir taşıt, üstelik büyük şehirlerin trafik kaosuna da bireysel anlamda harika bir çözüm sunuyor. Ama aynı zamanda oldukça riskli de bir taşıt. Motosiklete her sürücü kendi kişisel risklerini ve sorumluluklarını alarak binmek durumunda. Bu sebeple benim burada anlattıklarım tamamen benim kişisel deneyimlerim olup tavsiye ve teşvik niteliği taşımamaktadır. Okurlarının bloğu bu bilinçle okuduğu ön kabulüyle yazıp çiziyorum ve sizin motosikletle yapacaklarınız sizi bağlıyor, tıpkı benimkilerin de beni bağladığı gibi. Blog sizin yapacaklarınızla ilgili sorumluluk kabul etmez, zira burası bir motosiklete başlangıç ya da eğitim mecrası değildir.
Motosiklete başlamak isteyenler için sanılandan çok eğitim merkezi var memlekette, eğitimsiz sürmeyin derim. Çok şey fark ediyor çünkü.

Yolunuz hep açık olsun.
Nice yollara.

Ç.Ö.


21 Ağustos 2009 Cuma

Buraya kadarlara bir bakarak...




    Blog'da buraya kadar motosiklet ve motorculuk üzerine şimdiye kadar yaptığım ve yaşadıklarımı anlatmayı denedim. Şüphesiz şu an itibariyle bu yolun daha çok başında sayılırım. Önümde daha yüzbinlerce kilometre yol ve deneyim var. Ama daha önce de belirttiğim gibi motorculuk işinde iyi bir sürücü olmanın da sadece uzun kilometreleri devirmekle olmadığını anlamış durumdayım. Aslolan o kilometrelerin nasıl yapıldığı ve onlardan ne kazanıldığıymış, bugüne kadarki deneyimlerim ve gözlemlerim bana bunu öğretti.
    Bu arada motosiklet işine küçük cc'lerle başlamanın bu işi iyi anlamak ve öğrenmek için büyük yararı olduğunu keşfettim. Hatta 125 - 250 cc bir motosikletin tıpkı sevgili Reşat Arbaş'ın dediği gibi sadece başlangıç için değil her daim işinizi görecek araçlar olduklarına iyiden iyiye inandım. Bu sebeple de uzunca bir süre daha büyük cc motosiklet almayı düşünmüyorum. Zaten şu an kullandığım Yamaha Ybr125 gerek ekonomisi, gerek sağlamlığı, gerekse sorunsuzluğu ile fazlasıyla gönlümü kazandı, bu sebeple de bir süre daha benimle beraber olacağı kesin.
    Burada şimdiye kadar pek çok yazı ve gezi raporu yayınladım, ama bunlar belki de yaptıklarımın ancak yarısı idi, geriye kalanları işi iyice uzatmamak için buraya aktarmadım. Bundan sonrasına Eylül 2009'da devam etmeyi ve artık güncel deneyimlerimi ve düşüncelerimi aktarmayı düşünüyorum.

    Motosiklet benim için hiç bir zaman amaç olmadı, yapmak istediklerime yardımcı olan ve beni eğlendiren, eğiten hatta terapi eden bir araç olarak gördüm hep motosikleti. Öyle olmaya da devam edecek.
    Bu blogda şimdiye kadarki tüm yazılanlar tamamıyle bana ait kişisel tecrübelerdir. Blog'un ana spotunda da yazdığım gibi bunlar tamamen beni bağlayan şeylerdir ve kimseye ders vermek ya da yol göstermek amacıyla yazılmamıştır. Sadece benim bu işe nasıl başladığımı, şimdiye kadar neler yapmaya çalıştığımı elim erdiğince anlatmayı denedim. Tüm bunları okuyup da buradan kendisine olumlu paylar çıkaranlar olursa ne de güzel olur, ama daha önce de belirttiğim gibi motosiklet kullanmak tamamen kişiye özel bir durumdur ve her kişi motosiklet kullanırken kendi sorumluluklarını yüklenir, bunun bilincinde olmak zorundadır. Yola çıkarken hele tek başınıza çıkılan bir yolsa bu, tamamen kendinizle ve deneyimlerinizle başbaşasınız demektir. Şayet bunun sorumluluğunu üzerinize alamayacak durumdaysanız lütfen motosikletten uzak durunuz. Ve imkanlarınız dahilinde mutlaka Motosiklet Sürüş Eğitimi alınız.

Kendi motosiklet deneyiminizin hep olumlu sürmesi dileğiyle.
Nice Yollara!

Çağrı "Cloud" Ö.
21 Ağustos 2009















(Sonraki Yazı: Biraz Mola Verelim)

Not: Bu ve bundan sonraki yazıların sonunda 'devam edecek' ibaresi yer almayacaktır.




Ben motosikleti seviyorum be arkadaş.

Ben motosikleti seviyorum be arkadaş.

     Motoruma atladım. Yolum çok uzun değil, yeni ya motorum, rodajını bitirmeye debelenmedeyim. Bu sebeple amaçsız gezinmelerdeyim. Akşam üzeri çıktım yola. Ne hikmetse fazlaca trafiğe yakalanmadım bu kez, Karacaahmet'in oradaki dehşetengiz trafik lambalarının ve de üstüne meydana gelen trafik kazasının yarattığı kaosun dışında yol açık. Üsküdar sahil yoluna varıyorum rodaj hızımla. Sonrasında Paşalimanı, Beylerbeyi, Çengelköy derken, aslında motorumun beni oraya, Beykoz'daki o adını bile bilmediğim küçük deniz kenarı çaybahçesine götürdüğünü anlıyorum. Hani ilk motorumun rodajını yaparken de uğradığım çaybahçesi. Saat akşamın sekizini gösterirken, hava henüz kararmamış, bir çay ve tost istiyorum denize nazır masalardan birine otururken. Benden başka kimseler yok çay bahçesinde. Herkes hayat gailesinde, evine ekmek götürmededir şimdi. Tıpkı gözümün önünde, kayığının sırtında ağlarını onaran ihtiyar balıkçı gibi. Çayım ve tostumun eşliğinde bir süre o balıkçıyı izliyorum, onun hayata tutunuşunu sallanan kayığının üzerinde. Daha da açıkta genişçe bir ağ silsilesiyle kaplı suyun orta yerinde başkaca balıkçılar var, ne için uğraşmadalar diye meraktayım, ama ikinci çayımı getiren garson çocuğa sormayı düşünsem de, bu merakın daha zevkli olduğuna hükmedip vazgeçiyorum. Merakla nasiplenecek bir parça deniz mahsülü bekleyen kediler gibi ben de bugünkü nasibimin bu çaybahçesi olduğunu düşünüp meraklı gözlerle balıkçıları izlemeye devam ediyorum. Zaman zaman denizin tam aksi yönde duran motosikletimi de gözardı etmiyorum tabii. Simsiyahının pırıltısıyla beni bekliyor çaybahçesinin yanında kaldırımın sırtında. Kimbilir daha ne günlerimiz olacak onunla. Hafif bir akşam esintisi yüzümde, dudağımda çayın demini almış tadıyla, içimi kaplayan huzurla bakıyorum deniz kıyısına.

     Hava hala aydınlıkken, geleceğimizin de bunca aydınlık olması dileğiyle son yudumumu alıyorum ince belli bardaktan. Ağırdan alıyorum masadan kalkışımı, son bir kez daha bakıyorum deniz kenarındaki kayıklara, balıkçılara, kedilere ve çaybahçesini gölgeleyen yaşlı ağaçlara. Motorum yeterince dinlenmiş olmalı. Hesap düşündüğümden de az tutuyor. Eh bu da kısa günün karı olsun kırkambarıma yazdığım diyorum içimden.

     Motorumun yanında bir kaç genç, ilgi duyuyor olmalılar motosiklete. Beni görünce hafif utangaç kenara çekiliyorlar, meraklı gözlerle sırtımdaki monta, başıma taktığım balaklavaya, eldivenime bakındıklarını farkediyorum. Böyle başlıyor işte bu sevda çocuklar, diyorum içimden, yolunuz açık ola.

     Kontağı açınca, hiç nazlanmadan patırdamaya başlıyor motorum. Yavaş yavaş yola koyulmak lazım, ki gidilecek başka yolların hazırlığı yapılsın. Kulağımda tıpkı motorum gibi yeni aldığım müzik çalar, etrafı da rahatça duyabileceğim kadar açık volümde, Türkçe rock şarkılarıyla ritim tutuyor motorumun patırtısına yol boyunca. Hava kararmaya başlıyor, artık farım yolumu ışıtmaya başlıyor. Geldiğim yoldan evime geri dönüyorum. Çok da ilginç olmayan ama damakta hoş bir tat bırakan, minik bir yolculuk yapmış oluyorum sadece, bu bile motosiklete binmek için yeterli bir sebep işte, diye de iç geçiriyorum. Ve belki bir otomobilden çokça konforsuz olmasına rağmen, ben motosikleti ve motosikletle yolculuğu seviyorum be arkadaş, diyorum evimin merdivenlerinden bir elimde kaskım, bir elimde depo üstü çantam çıkarken.

     Hayatı değerli kılan bir uğraşı aslında motosiklet, hele bir de aynı duyguları paylaşan motorcu dostlarınız varsa tadından yenmeyecek bir uğraşı.


Çağrı 'Cloud' Ö.

14.05.2008 - İstanbul




  






  Ve bu yazı ile eskiler, yani bugüne kadar yapılanlar burada son buluyor. Daha önümde katedilecek çok yol ve kazanılacak çok deneyim var biliyorum. Hala motorculuğun çok başında sayılırım. Epeyce yol almama rağmen yüzbinlerce kilometreyi devirmiş bir sürücüye göre daha bu işte çok toyum şüphesiz, ama iyi sürücü olmanın da sadece kilometreleri devirmekle olmadığını öğrenmiş durumdayım bu işin erbaplarından. 
 

    Sözün özü, daha yapılacak çok yol var ve daha söylenecek pek çok söz... 


Çağrı "Cloud" Ö.
21 Ağustos 2009


Devam edecek...
(Bir Sonraki Yazı: Buraya Kadarlara Bir Bakarak) 



( Önceki Yazı: Hani Sormuştun Ya...)




 

Hani Sormuştun Ya Bana...


   Uzun zaman önceydi, çook uzun zaman önce. Belki de unutmamamız gerektiğini hatırlatacak kadar yakın bir zaman önce.
    Bir gece yataklarımızdan delicesine sarsılarak uyanmıştık hani, hatırlarsın sen de benim gibi. Ben, tek başımaydım o Ağustos gecesi İstanbul'da, en derin uykumuzdan bizi uyandırdığında o heyula.
Nereye koşacağımı şaşırmıştım önce, sonra üstümü giymiş hala sarsılırken dört bir yan, sığınmıştım bir duvarın kenarına. Durduğunda fırtına, hemen sarıldım ben de herkes gibi telefona. Haber verecektim taa Adapazarı'na, "İstanbul'da çok büyük deprem oldu, merak etmeyin ama her şey yolunda ana" diyemedim tabii hattı kesilmiş telefona. Attım kendimi sokağa, insanlar yürüyordu deniz kenarına. Nasıl ulaşmalıydı anaya, babaya, kardeşe, nasıl iyiyim demeliydi eşe dosta?
İndiğim zaman iskeleye, bir otomobilin etrafına toplanmış insanlar görmüştüm, olanı biteni veriyordu oto radyosundan bir kanal. "Burası Adapazarı yollara savrulmuş cesetler görüyorum" dediğinde muhabir, hani ben de kulak kabartarak yaklaşmıştım otomobilin yanına.
    "Adapazarı mı dedi?" diye sorunca, "Asıl orada olmuş abi deprem" demişti ya direksiyondaki adam bana. İşte o anı hiç hatırlamak istemesem de, hiç ama hiç unutamadım, geçen güne kadar da kimselere anlatamadım. Anam, babam, kardeşim vardı orada. "İyiyim merak etmeyin" demek isterken telefonda, nasıl öğrenebilirdim şimdi onlar ne durumda?
    "Yollar kapalıymış" dediler, gidilemezmiş arabayla. Eee nasıl varmalı peki şimdi oralara?
Gün ağarana kadar iskele kenarında elimde telefon beklemiştim ya hani, hani sana da söylemiştim sonradan o gün yaşadıklarımı.
    Birisi dedi ki o zaman bana, "Bizim falanca ile filanca motosikletle gitmeyi başarmışlar oraya".
    Keşke şimdi bir motosikletim olsaydı diye ilk o zaman hayıflanmıştım galiba.
   İkinci günü varınca Adapazarı'na , çöken eve rağmen yaşıyor bulunca sevdiklerimi, anlatamamıştım 24 saat boyunca içimde biriktirdiklerimi. Her biri benden çok ama çok büyük acılar yaşamıştı aynı 24 saatte çünkü.
    Hani sormuştun ya bana, motosiklete binmenin sebebi nedir aslında? O 24 saattir galiba. Ah bir motosikletim olsaydı da ulaşabilseydim ben de hemen yanlarına, anama, babama, kardeşime, dediğim an.

    Şimdi her şey sütlimanken düştüğünde aklıma, daha iyi anlıyorum neden motosiklete bindiğimi. Motosiklet otomobilin gidemeyeceği yolu gidecek araçtı o anda bana ve motosiklet falanca ile filancayı ulaştırmıştı işte bir şekilde oraya.

    Artık neden motosiklet diye sorma bana, anlattım işte hallarımı sana. Her binicinin bir sebebi yoktur aslında, benimki de sırf meraktı çocukken belki de ama, ihtiyaç da olduğunu o Ağustos gecesi anlattı bana.

Çağrı "Cloud" Ö. - 9 Kasım 2008
(17 Ağustos 1999 gecesi hayatları depreme uğrayanlara...)
















Devam Edecek... 
 (Sonraki Yazı: Ben Motosikleti Seviyorum Be Arkadaş)
(Önceki Yazı: Özgür Bir kurt Ya Da...)



Bir motorcunun hayatının değeri nedir sizce?

Bir motorcunun hayatının değeri nedir sizce?*

    Hayatınız kaç para eder Türkiye yollarında? Bir motosiklet sürücüsü iseniz üstüne üstlük bir de.
   Sorarım size hayatınız kaç para eder düzenbazlar düzeninde? Ya da size verilen değer nedir İstanbul trafiğinde bir motosiklet sürücüsü olarak? Cevapların bazılarını biliyorum ben aslında.
    Hayatında hiç motosiklet kullanmamış, rüzgarı bedeninde hiç hissetmemiş insanların sizin için biçtikleri elbisenin adı nedir biliyor musunuz, "çapulcu". Evet sizi otomobiliyle ezip, sonra da asfalt üstünde kaderinize terkedenlerin sizin için biçtiği gömlek çapulculuktur, kendi zavallı ve cahil beyinlerinde.
    Bir motorcunun, böyle bir ülkede bu imajı değiştirmesinin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyor musunuz? Zor değil mi? Evet çok zor gerçekten de. Benim pek çoklarına göre kısacık motorculuğumda az çok algıladığım ve anladığım şey bu, yani motosiklete hiç binmemiş ve belli bir bilince sahip olmayan insanın bir motorcuyu anlamasının neredeyse imkansız olduğu. Motorcu serseridir, çapulcudur, ne işi vardır motorcunun o iki tekerli aletle trafikte, zaten motosiklet de şeytan icadı bir makinedir ve onu kullanan adamdan da hayır gelmez.
    Motosiklete ve onu kullanana yaklaşımın bu olduğu bir memlekette de, "taksici motorcu gence çarptı durmadan kaçtı", "emniyet şeridindeki motorcuya çarpan araç sürücüsü, biz şeritte duruyorduk o bize çarptı, dedi", "kırmızı ışıkta geçen araç motosikletli çifti ezdi" gibi haberleri sadece üçüncü sayfa haberi olarak okur geçeriz gazetelerde, televizyon bültenlerine ise girecek değerde bile bulunmaz bu tür haberler genellikle, girenleriyse "sarhoş kurye Beşiktaş'ta kaza yaptı" gibi haberlerdir. Yani "motorcu serseri" imajını pekiştirir cinsten olanlarıdır haberlerin.

    Pek çok ciddi motosiklet sürücüsü, dikkatsiz, bilinçsiz ve de cahil sürücüler tarafından katledildi (evet bu tabiri bilinçle kullanıyorum), katledilmeye de devam ediyor. Bu işe el atacak bir mercii aramayı geçtim, henüz motorcuların kendi arasında bile bu konulara yeterince duyarlılık gösterildiği söylenemez. Bunu bu uğurda yapılan toplantılarda, gidilen mahkemelerde de görmek mümkün. Ama olayın boyutu Türkiye'deki motosiklet kültürünün emekleme döneminde olduğunu da düşünürsek motorcuları duyarsızlıkla suçlayamayacağımız kadar da farklı yerde henüz. Bu sebeple asıl olması gereken öncelikle diğer taşıt sürücülerine, daha ehliyet alırken verilmesi gereken bilinç. Belki lise mezunu olmayana ehliyet verilmemesinin kanunlaşmış olması bir aşamaydı, ama memleketteki lise ve üniversitelerde hangi kalitede öğrenci yetiştirildiği gerçeğini de düşününce bunun istenilen bilinçte sürücüler yetişmesine yeterli olamadığı da apaçık ortada.
    Aslında her şeyin gelip dayandığı nokta yine ülkedeki genel eğitim seviyesi ve de kalitesi. Tabii bu durum mevcut insan kalitesini de doğrudan etkileyen bir unsur olduğundan, dolaylı olarak (hatta doğrudan da desek yeri) bilinçli ve kaliteli sürücü sayısını da etkiliyor.

    Tüm bunların sonrasında başta sorduğumuz soruyu daha da genelleştirerek sorma eğilimine girebiliyoruz, "Hayatınız kaç para eder Türkiye'de?" Ya da daha açığı "bir motorcunun hayatının değeri nedir sizce?"

    Dileriz günün birinde yeterince dürüst, yeterince kaliteli, yeterince bilinçli, yeterince kendi dışındaki insanların da yaşama ve dahası trafikte taşıt kullanma hakkı olduğunu düşünen insanlardan oluşan bir ülke oluruz. Ve dileriz bu daha fazla motorcunun ve hatta her türden sürücünün ölmesinden önce gerçekleşir; bu konuda hiç bir ciddi umut ışığı görünmese de ufukta.

Çağrı "Cloud" Ö.
2008 Kadıköy


*Bu yazı Sarp Erem özelinde trafikte diğer taşıtlar yüzünden kazaya uğrayarak hayatını kaybeden tüm motorculara ithaf edilmiştir.




NOT:
Sarp Erem, bir gece motosikletiyle evine dönerken bir alt geçitte, taksinin biri tarafında ezilmiş ve hayatını kaybetmiştir. Mahkeme sürecinde Sarp Erem Davası motorcular arasında sembol bir dava olmuştur.




(Bu yazıdaki fotoğraf internet ortamından alınmıştır... )


Devam Edecek... 

 Sonraki Yazı: Üç Noktanın Ardını Keşfetmeye
Önceki Yazı: Yaz Geliyor İşte







Yaz geliyor işte




Yaz geliyor işte, şimdi motosikletlerin zamanı başlıyor.
     Yaz geliyor işte, bahara girdik bile. Baharın gelmesi demek özellikle motosiklet kullanıcıları için bol bol motosiklete binmek anlamına geliyor kuşkusuz. Şayet benim gibi yaz kış motosiklete binenlerden değilseniz eğer, motosikletinizi yeniden yollara çıkarmanın heyecanını yaşayacaksınız bir kez daha. Hele hele motosiklete yeni başlıyonsanız daha da büyük bir heyecan kaplıyordur şimdi sizi.
     Şimdi bahar gelmiştir, şimdi motosikletlilerin zamanı yeniden başlayacak. Şimdi yollarda kışa göre kat be kat fazla motosiklet görmeye başyalacağız. Biz motosiklet kullanıcıları için şenlik gibi günlerdir bunlar. Peki ya diğer insanlar için neyi ifade ediyor bu durum. Belki kimisi "öf yine havalar düzeldi ya motorcular çıktı yollara, şimdi trafikte sağımızdan solumuzdan aniden çıkıverecek, başımızı derde sokacaklar yine" mi diyecekler, yoksa o sıcak havada trafikte beklerken "Oh, biz arabanın içinde pişelim, motorcular emniyet şeridi, kaldırım, ters yön, kural kaide demeden rahat rahat her yoldan devam etsinler" şeklinde mi düşünecekler. Yoksa, herşeye rağmen bazıları "Vay be helal olsun, imreniyorum şu motorculara ya, ne güzel trafik, park yeri dertleri yok, patikadan bile gidebiliyorlar, acaba ben de mi bir tane alıversem" diye iç mi geçirecekler. Bizler tüm bunların farkında olmadan yol alırken onlar bizim hakkımızda iyi ya da kötü kimbilir neler neler geçiriyorlar içlerinden. Pek çoğumuz kötü düşünüyorlardır diye tahminde bulunuyoruz ona da şüphe yok. Zira trafikte her türden kural ve kaideye çoğu zaman diğer taşıt sürücülerinden daha fazla uysak bile yine de zor durumda kalan bizler oluyoruz, bu gün gibi aşikar. Yalnız iğneyi de kendimize batırmayı ihmal etmesek iyi olacak, özellikle de yeni yeni pek çok kullanıcının aramıza katılacağı ya da katıldığı şu sezon açılışı günlerinde.

     Belki pek çok kez yazdık, çizdik, söyledik, ama bir kez daha söylemekte ve iğneyi yine kendimize batırmakta büyük hem de çook büyük fayda olduğunu düşünüyorum. Bu satırları okuyan sevgili motosiklet dostları, lütfen ama lütfen trafikte ya da trafik dışında, dağda taşta, motosiklet kullanırken çok çok dikkatli olun. Bahar geldi hepimizin kanı kaynıyor biliyorum, ama o kanın motosiklet, bahar ve yol sevdasıyla bir ömür boyu kaynayabilmesi için her daim tedbiri elden bırakmamakta fayda var unutmayın.

     Motosiklet bizlere kendisini kolayca sevdirmiş olabilir, ama aynı motosiklet çok da kolay nefret edilir hale gelebilir, özellikle de bu işe yeni başlıyorsanız. İşte bu yüzden dilimizden hiç eksik olmayacak olan tüyü tekrar ama tekrar bitirmekte fayda var: Lütfen korumasız motosiklete binmeyin! Ne kendinizi ne de çevrenizi üzmeyin! Kural ve kaidesiyle yapılan her şey düzensizce yapılandan daha fazla zevk verir unutmayın!

     Yaz geliyor işte... Şimdi motosikletlerin zamanı başlıyor. Şimdi biz motorculara da motosikleti sevdirmek ve bu memlekette trafiğe bir alternatif olarak motosikletin faydalarını anlatmak ve göstermek düşüyor. İşte bu yüzden serserilikle değil efendilikle motor sürmemiz gerekiyor içimizdeki serseri ruhu yitirmeden, özgür bir kuş gibi ama en az o kuş kadar da düzgün yol almamız gerekiyor yollarda. Bizi büyük zorluklarla yetiştirenlere, bizi delice sevenlere acı haberler göndermemek için onların hayatını daha da zorlaştırmamak için tedbiri elden bırakmamak gerekiyor.

Motosiklete en hızlı binen değil, en uzun süre binen olmanız dileğiyle.


Çağrı "Cloud" Ö.
Nisan 2008




Devam Edecek... 

Sonraki Yazı: Bir Motorcunun Hayatının Değeri...
Önceki Yazı: Olmaması Gerekenleri Oldurmamak


Olmaması Gerekenleri Oldurmamak


Eskilerden devam....


Olmaması Gerekenleri Oldurmamak












    

   Hayat akıp gidiyor demiştin ya bana.
Gerçekten de hayat akıp gidiyor ve dolayısıyla da kaçıp gidiyor. Baktım kaçıyor yakalayayım diye bir motosiklet aldım ben de, şu ara onunla uğraşıyorum. Rüzgara savurmayı öğreniyorum, Easy Rider nasıl olunur onun peşindeyim, henüz aldığım altımdaki motor buna o kadar müsaade etmese de ilerisi için uçma deneyimi sağlıyor bana, ileride bir Shadow'un üstünde gölgemi gördüğümde belki ben de bir Mardi Grass'a olmasa bile Sakarya Nehrinin kıyısına giderim Gölgenin üstünde. Bunları yaparken sen de yanımda olmak ister misin? Dinle o zaman nasıl olmalı olması gerekeni anlatayım sana.
    Hayat zor iş, yaşamak da öyle. Ne yaparsan yap hep bir şeyler eksik kalacak, hayatın eksiğini tamamlamak imkansız, günü yakalamanın peşindeyim, bu aralar Honda'm azıcık da olsa bunu başarmamı sağlıyor, 150cc motoruyla. Küçümseme sakın daha çokça pişeceğim onunla. Senin de niyetin bozuk bu işte biliyorum, gönlün var bir motosiklette, belki de aldın bile…


    Aklımdan neler neler geçiyor, ama düşüncelerimi hayata geçirmeye kalksam, memleket yerinden oynar. Tüm bozulmamışlıkları bozmak, tüm tabuları yıkmak, tüm kisvelerin altındaki hinoğlu hinlerin maskesini düşürmek var aklımda. Zor... Çoook zor.
Ne olacaksa olsun gülüm diyen şaire inat, olmaması gerekenleri oldurmamaya çabalamak lazım. Yine fazla mı abarttım acaba? Bir başka diyardan, zihin tünellerinden yazıyorum da sana...Uçuyor muyum birazcık satırlarım da acaba?
    Olmaması gerekenleri oldurmamak dedim ya, belki hayatın genelinde bunu yapabilmemiz kişisel olarak mümkün değil ama, baş koyduğumuz bazı konularda neden olmasın. Motosiklete biniyoruz ya inadına, işte onun için oldurmamaya, gerçekleşmemesine çabalamamız gerekenler var. Nedir onlar bilir misin? En başta geleni ayakta kalabilmektir. Yani yol üzerinde iki tekerinin de yere basmasıdır motosikletinin, tıpkı düşüncelerinin de olması gerektiği gibi. O an orada olmalısın yani, zor zanaat anlayacağın. Ama biraz çabalayınca olmayacak iş de değil hani. Hani baktığın yere gidiyor ya motosiklet, sen hep doğru yerlere dik gözlerini, gerçekten gitmeyi istediğin yere gitsin motorun. Tamam bulutları seyretmek, geçtiğin köprünün altındaki suyu daha yakından görebilmek de hakkın, o zaman ne yapacaksın, çekeceksin küheylanını yol kenarına, adam gibi gidip bakacaksın. Yoldaysan yoldasındır, zihnini başka şeyle çokça meşgul etme, rüzgarın sesini, sana söylediği şarkıyı dinle, ama kaptırma kendini çokça, ninniye dönüşmesin kulağında o şarkı ki uyuma yolda, yoksa bakmadığın yerlere de gider bu meret, unutma.


    Yaşamayı seviyorsun değil mi, öyle olmasa motora binmezdin, hayatın tadına bakmak için yollara düşmezdin. O zaman da daha fazla tat alabilmek için daha uzun süre motosiklete binmek lazım gelir. E bunun için de önce kendini tehlikelere karşı korumalısın işte, deponu fullediğin gibi kıyafetini de full yap. Bu halde de düşmeme garantin yok belki motorundan ama, en azından o düşüşü küçük yaralarla atlatma şansın var hiç değilse. Yani yapman gereken şey yola çıkmadan önce nasıl motorunu kontrol edip bakımını yapıyorsan, kendini de kontrol edeceksin. Tüm bunlara rağmen yolda sana tacizde bulunacak dahili ve harici düşmanların da olacaktır. Fırlayacak bir lastik kancası kaskından içeri girmesin ya da şaşkın bir arı sorti yapmasın yüzüne diye vizörünü kapalı tut dememe gerek var mı sence? Yoksa aynalarının ayarı iyi değil mi? O zaman arkandaki azgın otomobili nasıl alt edeceksin şerit değiştirerek. Sinirlenmemelisin işte kıçının dibine girdi diye. Bunlar da kontrol etmen gerekenler, yani sağlam sinirlerin olacak birader motosiklet işinde.
    Dedim ya zor zanaatmiş motosiklet, ama korkma zoru başardıkça da o kadar zevkli hale gelecek. Vazgeçilmezin olacak. Herkes kafesler içinde bunalırken sen esen rüzgarı hissedeceksin. İmrenecekler sana aslında ama hep kıskanarak “tu kaka” edecekler motosikletini. Vazgeçirmeye çalışacaklar. İçlerinde hep “nasıl bir duygu olduğunu merakla” da olsa kötü sözler edecekler onun hakkında. Aldırma. Olması gerekenler olur nasılsa, ama olmaması gerekenleri de sakın oldurma, kimseye arkandan saç baş yoldurma.


    Hayat zaten bir yarış hızında sürerken, sen motorunu o kadar hızlı sürmesen de olur aslında, keyif alabilmek için hız değil ruh gerekli unutma. Pervane de ışığın etrafında yeterince hızla döner ama pervaneliğinin bile farkında değildir bilir misin, sen pervane olma ışık ol gittiğin yolda kendi kendine.


    Unutma kaza geliyorum der aslında, sen bunun farkına varamazsın o başka. Var o halde farkında olarak sürmenin farkına. Her şeyin farkında olarak yaşamaktan daha kolay bu, bir dost tavsiyesi sana.


    Evet hayat akıp gidiyor, yakalayayım diye bir motosiklet aldım sanki bir küheylan sıfatında. Senin de var dostum biliyorum, işte bunu bildiğimden dil döktüm yukarıdaki satırlarda sana.
    Çoğunluğun anlayamadığı bir tercih yapmışlar arasında olsak da, devam etmeliyiz yola. Yolun tadına varmak içinse sık sık hatırlatmalıyız belki de birbirimize “Olmaması Gerekeneleri Oldurmamayı”


Çağrı “Cloud” Ö.
2006’da yarım kalmış bir yazı, 2008’de tamamlandı.


Devam edecek... 

 Sonraki Yazı: Yaz Geliyor İşte
Önceki Yazı: Bugün Benim Doğum Günüm)


Ormanda Yol ikiye Ayrılıyordu, Ben Az Gidileni Seçtim.


    Deneyim deneyim deyip duruyorum ya, işte gerçekten deneyim denecek bir başka macera.


ORMANDA YOL İKİYE AYRILIYORDU, BEN AZ GİDİLENİ SEÇTİM...

"Yol ikiye ayrılmıştı ormanda ve ben
Daha az katedilmiş olanı seçtim,
Ve
bütün ayrımı yaratan da buydu."

Robert Frost


     Aylardan Ağustos. Hava sıcak, bir süredir işteki yoğunluk, tatilsizlik ve başka bir takım hayat gaileleriyle boğulmuş durumdaydım. Ve o gün izinliydim. İzinliyken bir süredir yaptığım kısa şehiriçi motosiklet gezilerimi yapamıyordum. Bunda bir takım ekonomik sebepler de vardı, belki yavaş yavaş motosikleti benimsemeye, hayatımın bir parçası yapmış olmaya başlayışım da. Neredeyse bakkala bile onunla gidip geliyordum ve nedense uzun yol olmayacaksa şehir içi eskisi kadar benzin yakmaya değer gelmemeye başlamıştı. Ama izin günümde iş yerinden gelen rahatsız edici bir telefon aslında pek de aklımda yokken beni yola attı, yola vurdum daha doğrusu, rahatlamaya. Beni sağaltan, terapi eden şeye motosikletime koştum. Nereye gitmeli? Çok çabuk varmayayım, çok da uzak olmasın.
     Kadıköy'den Rumeli Feneri, hiç de fena bir mesafe gibi görünmedi gözüme. Çabucak hazırlandım, öğleden sonra attım kendimi yola. Klasik Boğaz Köprüsü geçişinden sonra Maslak, oradan İstinye, Tarabya ve Bebek'den hemen önce bir kısa mola. Neyseki yanıma fotoğraf makinası da almıştım, ki siz buna rağmen bu raporda epeyce bir yazı okuyacaksınız.

     Şu aşağıdaki fotoğrafı çekerken daha başıma nelerin geleceğinin çokça farkında değildim, hiç özenmeden sadece fotoğraf çekmiş olmak için çektiğimi de itiraf etmeden geçemeyeceğim doğrusu.



     Ama yine de bu raporun büyük kısmı ormanda, dağda taşta geçtiğinden bu fotoğraflar da fena sayılmaz. Dağ taş ne alaka, Rumeli Feneri'ne gidiyorsun birader, diyenler olabilir. Aslında haklıdırlar da. Ama benim gibi bildiği yolu değilde, merak ettiği yolu seçen bir adam için Rumeli Feneri'ne giderken değme enduro parkularına taş çıkartacak bir yol bulmak garipsenmemeli. Yine de bunca garip bir deneyim yaşayacağımı bilmiyordum doğrusu.
     Rumeli Kavağı'na geldiğimde iç kısımda Fener yolunda bir çeşme vardı orada biraz soluklandım. Zaten ne olduysa bu noktadan sonra oldu.
     Motorumun çeşme başındaki yönünün tam tersine dönerek arkamdaki köyün içinden yukarı çıkmaya karar verdim. Oysaki bildiğim yol, herkesin gittiği o harika ağaçlıklı virajlı köy yoluydu. Hadi dedim bu kez kestirmeden gideyim, sanki o kestirmeyi daha önce kullanmışçasına. Yolun Fenere gittiğinden bile emin değildim.
Henüz asfalttayken son fotoğraf karesi aşağıdaki oldu.

     Ve dehşetengiz maceranın başladığı kare ise aşağıdaki. Köyün içinden yukarı doğru hiç sapmadan devam edince yol bir yerde bitti. Daha doğrusu ikiye ayrıldı. Sağ taraf biraz bozuk bir asfalt ve yokuşla Bilmemkim Malikanesine gidiyor. Hatta tabela da vardı "Bu yol Fenere gitmez, Bilmemkim Malikanesine gider" diye. Oysa benim niyetim o sağdaki yolu tırmanmaktı, ki çok da mantıklı duruyordu. Ama Rumeli Feneri'ne gitmediğine göre ya bu noktadan geri, bildiğim yola dönecektim ya da fotoğraftaki bu patikaya girecektim. Ki aşağıdaki fotoğraftaki yolun başlangıcı gözüme hiç de fena gelmedi, en azından motosiklet geçecek kadar genişti ve toprak da olsa yoldu işte.


Tabi kazın ayağının öyle olmadığını yavaştan hissetmeye başladım yolu tırmandıkça.



    Belli bir noktada yukarıdan bir genç kız ve biraz gerisinden bir delikanlı geliyordu, şaşırdım, burası hemen hemen dağın başı, daha doğrusu başlangıcı. Bunlar burada ne arıyor?
Yaklaştığımda delikanlının kan ter ve telaş içindeki yüzü ne aradıklarını bana az buçuk anlattı. Doğayla bütünleşiyorlardı sanırım , ama benim Karakarga'nın sesiyle telaşlanmış olmalılar.
     Neyse, durumu çaktırmadan, çocuğa "Bu yol Rumeli Feneri Yoluna, asfalta çıkar mı?" dedim. Çocuk biraz telaş ve şaşkınlıkla "Abi çıkar ama daha çok yol var" dedi. "Neyse, bu kadar geldim devam edeyim" deyip gazı açtım tekrar. Çocuğun yüzündeki endişe aslında benim onları yakalamış olmamın endişesi değildi, bunu sonradan, yol ilerledikçe, daha doğrusu ilerlemedikçe anlayacaktım.



     Giderek daralan yol, zaman zaman bir keçi yoluna dönüşüyordu, bazen sadece motosikletin geçeceği kadar daralıyordu, ki zemin toprak, taş, bazen çimen, sağ sol dikenler, ara sıra batıyorlar koluma bacağıma.
Aklıma bir an "Yahu napıyorum ben, geri dönsem mi acaba? Bu yol nereye gidecek böyle" düşüncesi gelse de, yolun hala geçit veriyor oluşu ve ara ara genişlemesi, devam etmemi sağladı.

Bu esnada erkekliğe pislik sürmemek adına verdiğim poz. Henüz yeterince yorulmamış ve endişelenmemişken.

     Bu fotoğrafı çektikten kısa bir süre sonra karşıma bu kayalık ve yokuş çıkınca, artık bazı kararları vermek için ciddi düşünme vaktim gelmişti. Ya bu kayalarla debelenecektim ya da zaten debelenerek geldiğim yolu geri dönecektim.

     Motoru zor zahmet yan ayağa aldım, sağıma soluma dikenler batarak motordan kalkıp, yürüyerek yukarıya doğru çıktım. Bir süre sonra kayalık bitiyor gibi görünüyordu. Bir elli metre kadar yürüdüm ileriye. "Bu kadar geldim, devam edeyim" dedim içimden ve motorun başına geçip bastım kontağa. Verdiğim kararın doğruluğu tartışılır tabii. Oralarda motosiklet bozulsa, lastiği filan patlasa, ilk arayacağım arkadaşımın beni bulabilmesi bile saatler alırdı herhalde. Ama insan böyle durumlarda adrenalinden olsa gerek, aklına kötü şeyleri değil, herşeyin iyi olacağı yönündeki düşünceleri getiriyor. Bastım gaza. Kayalarda sağa sola savrularak çıkmaya başladım, ki son anda birden toprağa değen arka teker kaydı. Motoru bıraktım, zaten tutacak gücüm de kalmamıştı.

     Önce biraz endişelenir gibi oldum, umarım yeniden çalışır derken içimden, bir taraftan da pilinin bittiği sinyalini veren makinamla fotoğraflıyorum bu anı. İşin komiği - belki size komik değil de garip gelebilir - tüm bunlar olurken kulağımdaki müzikçalarda Lenny Kravitz "Fly Away" i söylüyor. Şimdi uçacan kayalardan aşağı tam Fly Away olacan diyorum gülerek ve o noktadan sonra kulağımdaki müziği kapatıyorum. İş ciddiye bindi ya...)
     Kısa bir süre dinlendim orada, motor yerde yatarken. Saate baktım, çok geç değil, hala öğleden sonra Hadi dedim gayret, kaldır şu motoru devam. Bu bu kadar kolay olmadı tabi, motoru kaldırdım ama arka teker öyle bir yerde duruyor ki, hemen sağı bir kaç santim ötesi ark. Eğer çalıştırırda, hemen gazlayamazsam motor da ben de arka düşeriz.
     Neyseki arka freni bırakmadan durumu biraz debelenerek kurtardım, bu esnada kolum, bacağım biraz dikenlere garkoldu tabii..
     Bu arada bu yeşillikler içinde aklıma birden Kene Tehlikesi geldi. Eh be oğlum, bir de kene ısırırsa tam boyladın eşşek cennetini diyorum , bir taraftan gülüyorum yüksek sesle hem de, diğer taraftan, diken batmalarını keneye yoruyorum habire. Aklıma ormanda geçen türlü çeşitli korku filmi geliyor. Şimdi kocaayak çıkacak önüne, şimdi şehir eşkiyaları önüne atlayacak filan diye kendimi motive ediyorum olumlu anlamda.
     Hepsini geçtim, benim bildiğim Rumeli Feneri etrafı askeri bölge, şayet oraya yaklaştıysam, ayvayı tam yedim, direk vuracaklar popomdan.



     Kimi zaman inanılmaz zevk alıyorum bu deli sürüşünden, kimi zaman şimdi başıma bişey gelecek diye tırsıyorum. Derken nihayet biraz olsun düze çıktım. Ki ne çıkmak. Gerçekten çektiğim fotoğraflar gittiğim yolun en iyi yerleriymiş, öyle debelendim ki o debelendiğim yerlerde fotoğraf çekmeyi bile akıl edemedim, bir an evvel geçeyim diye. Kimi zaman yolu kaybettim, döndüm baktım az önce geçtiğim yerdeyim. Aynı tepeyi çember biçiminde dolaşmışım resmen.

Nihayet biraz soluklanacak bir düz ve genişçe yola çıkyorum.
Önümdeki görüntü şu.

Arkamda ise bıraktığım yokuşlar.

Ve yolun henüz başlarındayken eğlencelik pozlar veren adamın o noktadaki hali.


Demek az gidilen yolu seçersin haa, oh olsun sana diyorum.

Tepeye tırmandıkça deniz görünüyor, ama ilginçtir sağımda olması gereken deniz solumda. Tanrım nerdeyim ben, alacakaranlık kuşağına motosikletimle mi girdim nedir?


     Tepenin neredeyse sonuna kadar tırmandığımda minik bir platoda otlayan büyükbaş hayvanları görüyorum. "hah, işte sanırım yaklaştım, tırman oğlum, durma diyorum"
Bütün bunlar olurken altımdaki YBR125 sanki dünya umurunda değilmişçesine tırmanmaya devam ediyor, ne bir hararet, ne bir sıkıntı, keçi mübarek keçi.
     Tepenin son kısmına doğru dikenli teller çıkıyor karşıma. Geçit yok, teller ardında ileride bir çiftlik evi var, çamaşırlar asılmış, "demek ki medeniyete yaklaştım" diyorum ama bu noktada yol bitiyor (Demek ki medeniyet yolun bittiği yermiş diyorum bu kez Aristo mantığıyla ).
Sanırım bu evin diğer tarafı Rumeli Feneri yoluna yakın, ama benim buradaki tellerden geçip yola çıkmam imkansız. Çaresiz geri dönüyorum ve çıktığım yolun aslında yoldan ziyade hani şu orman yangınlarının yayılmaması için, ormanın ortasına açılan yolumsulardan olduğunu anlıyorum. Zira öyle kayalık ve dik yokuş ki, yol olması imkansız gibi. O yokuşun düzleşen bir yerinde düşmeden düze geldim deyip duruyorum. Fotoğraf makinasının pilleri sinyali artırdı.

Çok büyük iş beceren kahraman şövalye, peh peh peh.

Zaten aşağıdaki karede önümde inmek üzere olduğum yolu güzel anlatıyor, bu noktadan sonrası tamamen taş, toprak, enduro dışı bir aletle inmek zor gibi. "Ulen Karakarga bunu da beni sırtından atmadan inersen sana helal olsun" diyorum.

Ama iniyor, yavaştan yavaştan, beni mahçup etmiyor, ben umarım aşağı uçmayız derken.
Ve yine yokuşun hafiften düzelen bir yerinde soluklanıyoruz ikimiz de.




Manzara güzel, ama bende hala aşağıya doğru ineceğim dik yokuşun endişesi var, hiç de belli etmiyorum canım...

     İşin garibi benim yukarıya doğru ve denizin tersi yönde gitmem gerekiyordu, ne işim var denize doğru diyorum. Sonradan anlıyorum ki daha önce geçtiğim yola geri dönmüşüm, yani tepenin birinin içinde çember çizmişim. Aynı yoldan yukarı çıkarken belli bir noktada yanından geçtiğim tünelimsi eğilmiş ağaçlardan oluşan geçidi hatırlıyorum ve onun hemen yanından daha önce geçerken farkına bile varmadığım yukarı doğru çıkan yola dönüyorum. Dikkat etmesem bu dönüş tam sağ arkamda kaldığı için yine göremeyecektim. Yani dön baba dönelimle ömrümü tüketecektim az kalsın o tepede...
     Oradan yukarıya doğru bir ara öylesine dik ve kayalık bir yokuşa denk geliyorum ki, sağ ayağım dengesizlik yüzünden arka frenden kayıyor ve ön frende işe yaramayınca motorla beraber geri geri bir kaç metre kayıyoruz. "Az kaldı şimdi düşeceğiz" derken soğukkanlılıkla ayağımla arka freni yeniden bulduruyorum ve hemen vitesi düşürüp gaza asılarak ok gibi kayalık yoldan yukarıya fırlıyorum. Bu kez çıkıyoruz. Bir süre sonra yolda bira şişeleri, bir kırık sandalye görüyorum, "hah diyorum işte tek dişi kalmış canavarın belirtileri"
Az sonra da ufukta asfalt görünüyor. Saatime bakmak aklıma geliyor, neredeyse bir saattir asfaltı bulacağım diye debelenmişim.

Asfalta çıktığım noktadaki tabela adeta bana ders verir nitelikte..

Ve fotoğrafın sağ tarafındaki yokuşa dikkatinizi çekiyorum, az önce orayı tırmandım. Ve tam bir saattir oralarda debelenmişim. Vah ki ne vah!

     Asfalta çıkınca farkediyorum ki, bugüne kadarki kısacık motorculuğumun en önemli enduro deneyimi ve macerasını yaşamış bulunuyorum.(Aldığım tüm motosiklet ve hayatta kalma eğitimlerine şükrediyorum)
Ve o maceranın ardından Karakarga ve benim halimiz.








Ama sırf şu fotoğrafı yakalamış olmak için bile bunca maceraya ve zahmete değdi diyorum kendi kendime.


Üstelik fotoğraf makinamın yanında taşıdığım yedek piller de şarj edilmemişmiş. Buna rağmen dinlendire dinlendire makinayı bu fotoğrafları pozlamayı başardım.

Ve asfata çıkmanın verdiği sevinçle bir süre o yol kenarında motoru ve kendimi soğuttuktan sonra açıyorum gazı yeniden.


Sonunda nihai hedefe varmak güzel.


Feneri değil Ceneviz Kalesini tercih ediyorum, fotoğraf çekmek için, ama bugün kabul günümüz, yolu bobiler kesmiş. "Aha, diyorum, şimdi işimiz gerçekten bitti. Sen onca ormanı aş, kayayı tırman, şimdi medeniyet içinde
bobilere kurban git."


Bir süre yol kenarında kontak kapalı bekliyorum, bobiler aynen fotoğraftaki gibi yolun ortasında, onlar da beni kesiyor. Yiğitliği elden bırakmayıp açıyorum kontağı, "En fazla yolun sağından uçarız mavi sulara", bunu da fazlasıyla hakettik zaten diyorum.  Ama bobiler sakince yolu açıyorlar, acımış olmalılar hali perişanıma.

Ve ikinci Ceneviz Kalesi fethine başlıyorum. Karakarga'nın üstünde.




Aslında bu birazcık yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot pozu gibi. Zira Ceneviz Kalesinin de fethedilecek hali kalmamış, bende de pil bitmek üzere.




Maceranın iki kahramanı, yorgunluktan pek gülemiyorlar.




Rumeli Feneri ise nazlı bir gelin gibi Karadeniz'e işveye devam ediyor hala. Tıpkı geçen yıl bıraktığım noktadan devamla...




Geçen yıla atıfla bir de nostaljik efekt koyalım raporumuza.


     Ve her geçen gün iyiden iyiye yok olan Ceneviz Kalesi. Etrafı çöplerle dolu, eteklerinde mangalcı yurdum insanı alem yapıyor. Dev bir tarihi hiçe sayıyor mangal kömürleri. Mangal gibi yürekleriyle buraları fethedenleri ızgarada eritiyor mezemize katıyoruz adeta.













Çöpleri kadraj dışı tutmaya çalışarak fotoğraflamayı deniyorum kaleyi.





Keşke biraz daha eğitebilseydik halkımızı, keşke eğitim verecek insanlarımızı da yeterince iyi eğitici yapacak eğitimi verebilseydik. O zaman bu merdivenler daha çıkılabilir, bu manzaralar daha bakılabilir halde olabilirdi. Herşeye rağmen tarihin derinliklerinden kalanlar güzel geliyor göze, elde avuçta son kalanlar olsalar da.


Etraftaki arabaları, poşetleri kesip karelemeye çalışıyorum tarihi, tarihi gibi görünebilsin diye.

Ama insanoğlu çelişkileriyle var, o tarih içinde sonradan icat ettiğimiz teknolojik aletleri de görmek hoşumuza gidiyor, büyük zevk alıyoruz bundan. Şimdi kanlı canlıların değil, demir atların zamanı.



O esnada bir atlı daha geliyor ben misali kale surlarına. Muhtemelen benim gibi bir parkurdan değil asfalttan gelmiş buralara.


Bense kimbilir ne asfaltlar, ne dağlar taşlar aşacağım daha diyerek umutlanmadayım. Yol devam ediyor çünkü hala, üstelik ben henüz başlarında sayıyorum kendimi yolun...
Gidecek çok yol var yani bana...


   Dönüş yoluna geçerken, fotoğraf makinamın pilindeki son enerjiyle aynamda bir tarih kalıyor ve bu pozun ardından makinam kapanıyor.


Bense gazı açıyorum dönüş yoluna doğru.


Cloud
06 Ağustos 2008
İkinci Rumeli Feneri Sürüşü.
(Robert Frost'a saygıyla.)






Devam Edecek... 
 
 Sonraki Yazı: Bugün Benim Doğum Günüm
Önceki Yazı: Motosiklet Özgürlük Tutkusudur


NEDEN SÜRÜŞ EĞİTİMİ ALMALIYIZ ?!

NEDEN SÜRÜŞ EĞİTİMİ ALMALIYIZ ?!
Fotoya tıkla yazıyı oku!

125cc ile Dünya Turu (Around the world by 125cc)

125cc ile Dünya Turu (Around the world by 125cc)
Fotoya tıkla yazıyı oku!

Kaza Şiiri... :)

Kaza Şiiri... :)
Fotoya tıkla yazıyı oku!