Deneyim deneyim deyip duruyorum ya, işte gerçekten deneyim denecek bir başka macera.
ORMANDA YOL İKİYE AYRILIYORDU, BEN AZ GİDİLENİ SEÇTİM...
"Yol ikiye ayrılmıştı ormanda ve ben
Daha az katedilmiş olanı seçtim,
Ve bütün ayrımı yaratan da buydu."
Robert Frost
Aylardan Ağustos. Hava sıcak, bir süredir işteki yoğunluk, tatilsizlik ve başka bir takım hayat gaileleriyle boğulmuş durumdaydım. Ve o gün izinliydim. İzinliyken bir süredir yaptığım kısa şehiriçi motosiklet gezilerimi yapamıyordum. Bunda bir takım ekonomik sebepler de vardı, belki yavaş yavaş motosikleti benimsemeye, hayatımın bir parçası yapmış olmaya başlayışım da. Neredeyse bakkala bile onunla gidip geliyordum ve nedense uzun yol olmayacaksa şehir içi eskisi kadar benzin yakmaya değer gelmemeye başlamıştı. Ama izin günümde iş yerinden gelen rahatsız edici bir telefon aslında pek de aklımda yokken beni yola attı, yola vurdum daha doğrusu, rahatlamaya. Beni sağaltan, terapi eden şeye motosikletime koştum. Nereye gitmeli? Çok çabuk varmayayım, çok da uzak olmasın.
Kadıköy'den Rumeli Feneri, hiç de fena bir mesafe gibi görünmedi gözüme. Çabucak hazırlandım, öğleden sonra attım kendimi yola. Klasik Boğaz Köprüsü geçişinden sonra Maslak, oradan İstinye, Tarabya ve Bebek'den hemen önce bir kısa mola. Neyseki yanıma fotoğraf makinası da almıştım, ki siz buna rağmen bu raporda epeyce bir yazı okuyacaksınız.
Şu aşağıdaki fotoğrafı çekerken daha başıma nelerin geleceğinin çokça farkında değildim, hiç özenmeden sadece fotoğraf çekmiş olmak için çektiğimi de itiraf etmeden geçemeyeceğim doğrusu.
Ama yine de bu raporun büyük kısmı ormanda, dağda taşta geçtiğinden bu fotoğraflar da fena sayılmaz. Dağ taş ne alaka, Rumeli Feneri'ne gidiyorsun birader, diyenler olabilir. Aslında haklıdırlar da. Ama benim gibi bildiği yolu değilde, merak ettiği yolu seçen bir adam için Rumeli Feneri'ne giderken değme enduro parkularına taş çıkartacak bir yol bulmak garipsenmemeli. Yine de bunca garip bir deneyim yaşayacağımı bilmiyordum doğrusu.
Rumeli Kavağı'na geldiğimde iç kısımda Fener yolunda bir çeşme vardı orada biraz soluklandım. Zaten ne olduysa bu noktadan sonra oldu.
Motorumun çeşme başındaki yönünün tam tersine dönerek arkamdaki köyün içinden yukarı çıkmaya karar verdim. Oysaki bildiğim yol, herkesin gittiği o harika ağaçlıklı virajlı köy yoluydu. Hadi dedim bu kez kestirmeden gideyim, sanki o kestirmeyi daha önce kullanmışçasına. Yolun Fenere gittiğinden bile emin değildim.
Henüz asfalttayken son fotoğraf karesi aşağıdaki oldu.
Ve dehşetengiz maceranın başladığı kare ise aşağıdaki. Köyün içinden yukarı doğru hiç sapmadan devam edince yol bir yerde bitti. Daha doğrusu ikiye ayrıldı. Sağ taraf biraz bozuk bir asfalt ve yokuşla Bilmemkim Malikanesine gidiyor. Hatta tabela da vardı "Bu yol Fenere gitmez, Bilmemkim Malikanesine gider" diye. Oysa benim niyetim o sağdaki yolu tırmanmaktı, ki çok da mantıklı duruyordu. Ama Rumeli Feneri'ne gitmediğine göre ya bu noktadan geri, bildiğim yola dönecektim ya da fotoğraftaki bu patikaya girecektim. Ki aşağıdaki fotoğraftaki yolun başlangıcı gözüme hiç de fena gelmedi, en azından motosiklet geçecek kadar genişti ve toprak da olsa yoldu işte.
Tabi kazın ayağının öyle olmadığını yavaştan hissetmeye başladım yolu tırmandıkça.
Belli bir noktada yukarıdan bir genç kız ve biraz gerisinden bir delikanlı geliyordu, şaşırdım, burası hemen hemen dağın başı, daha doğrusu başlangıcı. Bunlar burada ne arıyor?
Yaklaştığımda delikanlının kan ter ve telaş içindeki yüzü ne aradıklarını bana az buçuk anlattı. Doğayla bütünleşiyorlardı sanırım
, ama benim Karakarga'nın sesiyle telaşlanmış olmalılar.
Neyse, durumu çaktırmadan, çocuğa "Bu yol Rumeli Feneri Yoluna, asfalta çıkar mı?" dedim. Çocuk biraz telaş ve şaşkınlıkla "Abi çıkar ama daha çok yol var" dedi. "Neyse, bu kadar geldim devam edeyim" deyip gazı açtım tekrar. Çocuğun yüzündeki endişe aslında benim onları yakalamış olmamın endişesi değildi, bunu sonradan, yol ilerledikçe, daha doğrusu ilerlemedikçe anlayacaktım.
Giderek daralan yol, zaman zaman bir keçi yoluna dönüşüyordu, bazen sadece motosikletin geçeceği kadar daralıyordu, ki zemin toprak, taş, bazen çimen, sağ sol dikenler, ara sıra batıyorlar koluma bacağıma.
Aklıma bir an "Yahu napıyorum ben, geri dönsem mi acaba? Bu yol nereye gidecek böyle" düşüncesi gelse de, yolun hala geçit veriyor oluşu ve ara ara genişlemesi, devam etmemi sağladı.
Bu esnada erkekliğe pislik sürmemek adına verdiğim poz. Henüz yeterince yorulmamış ve endişelenmemişken.
Bu fotoğrafı çektikten kısa bir süre sonra karşıma bu kayalık ve yokuş çıkınca, artık bazı kararları vermek için ciddi düşünme vaktim gelmişti. Ya bu kayalarla debelenecektim ya da zaten debelenerek geldiğim yolu geri dönecektim.
Motoru zor zahmet yan ayağa aldım, sağıma soluma dikenler batarak motordan kalkıp, yürüyerek yukarıya doğru çıktım. Bir süre sonra kayalık bitiyor gibi görünüyordu. Bir elli metre kadar yürüdüm ileriye. "Bu kadar geldim, devam edeyim" dedim içimden ve motorun başına geçip bastım kontağa. Verdiğim kararın doğruluğu tartışılır tabii. Oralarda motosiklet bozulsa, lastiği filan patlasa, ilk arayacağım arkadaşımın beni bulabilmesi bile saatler alırdı herhalde. Ama insan böyle durumlarda adrenalinden olsa gerek, aklına kötü şeyleri değil, herşeyin iyi olacağı yönündeki düşünceleri getiriyor. Bastım gaza. Kayalarda sağa sola savrularak çıkmaya başladım, ki son anda birden toprağa değen arka teker kaydı. Motoru bıraktım, zaten tutacak gücüm de kalmamıştı.
Önce biraz endişelenir gibi oldum, umarım yeniden çalışır derken içimden, bir taraftan da pilinin bittiği sinyalini veren makinamla fotoğraflıyorum bu anı. İşin komiği - belki size komik değil de garip gelebilir - tüm bunlar olurken kulağımdaki müzikçalarda Lenny Kravitz "Fly Away" i söylüyor. Şimdi uçacan kayalardan aşağı tam Fly Away olacan diyorum gülerek ve o noktadan sonra kulağımdaki müziği kapatıyorum. İş ciddiye bindi ya...)
Kısa bir süre dinlendim orada, motor yerde yatarken. Saate baktım, çok geç değil, hala öğleden sonra
Hadi dedim gayret, kaldır şu motoru devam. Bu bu kadar kolay olmadı tabi, motoru kaldırdım ama arka teker öyle bir yerde duruyor ki, hemen sağı bir kaç santim ötesi ark. Eğer çalıştırırda, hemen gazlayamazsam motor da ben de arka düşeriz.
Neyseki arka freni bırakmadan durumu biraz debelenerek kurtardım, bu esnada kolum, bacağım biraz dikenlere garkoldu tabii..
Bu arada bu yeşillikler içinde aklıma birden Kene Tehlikesi geldi. Eh be oğlum, bir de kene ısırırsa tam boyladın eşşek cennetini diyorum
, bir taraftan gülüyorum yüksek sesle hem de, diğer taraftan, diken batmalarını keneye yoruyorum habire. Aklıma ormanda geçen türlü çeşitli korku filmi geliyor. Şimdi kocaayak çıkacak önüne, şimdi şehir eşkiyaları önüne atlayacak filan diye kendimi motive ediyorum olumlu anlamda.
Hepsini geçtim, benim bildiğim Rumeli Feneri etrafı askeri bölge, şayet oraya yaklaştıysam, ayvayı tam yedim, direk vuracaklar popomdan.
Kimi zaman inanılmaz zevk alıyorum bu deli sürüşünden, kimi zaman şimdi başıma bişey gelecek diye tırsıyorum. Derken nihayet biraz olsun düze çıktım. Ki ne çıkmak. Gerçekten çektiğim fotoğraflar gittiğim yolun en iyi yerleriymiş, öyle debelendim ki o debelendiğim yerlerde fotoğraf çekmeyi bile akıl edemedim, bir an evvel geçeyim diye. Kimi zaman yolu kaybettim, döndüm baktım az önce geçtiğim yerdeyim. Aynı tepeyi çember biçiminde dolaşmışım resmen.
Nihayet biraz soluklanacak bir düz ve genişçe yola çıkyorum.
Önümdeki görüntü şu.
Arkamda ise bıraktığım yokuşlar.
Ve yolun henüz başlarındayken eğlencelik pozlar veren adamın o noktadaki hali.
Demek az gidilen yolu seçersin haa, oh olsun sana diyorum.
Tepeye tırmandıkça deniz görünüyor, ama ilginçtir sağımda olması gereken deniz solumda. Tanrım nerdeyim ben, alacakaranlık kuşağına motosikletimle mi girdim nedir?
Tepenin neredeyse sonuna kadar tırmandığımda minik bir platoda otlayan büyükbaş hayvanları görüyorum. "hah, işte sanırım yaklaştım, tırman oğlum, durma diyorum"
Bütün bunlar olurken altımdaki YBR125 sanki dünya umurunda değilmişçesine tırmanmaya devam ediyor, ne bir hararet, ne bir sıkıntı, keçi mübarek keçi.
Tepenin son kısmına doğru dikenli teller çıkıyor karşıma. Geçit yok, teller ardında ileride bir çiftlik evi var, çamaşırlar asılmış, "demek ki medeniyete yaklaştım" diyorum ama bu noktada yol bitiyor (Demek ki medeniyet yolun bittiği yermiş diyorum bu kez Aristo mantığıyla
).
Sanırım bu evin diğer tarafı Rumeli Feneri yoluna yakın, ama benim buradaki tellerden geçip yola çıkmam imkansız. Çaresiz geri dönüyorum ve çıktığım yolun aslında yoldan ziyade hani şu orman yangınlarının yayılmaması için, ormanın ortasına açılan yolumsulardan olduğunu anlıyorum. Zira öyle kayalık ve dik yokuş ki, yol olması imkansız gibi. O yokuşun düzleşen bir yerinde düşmeden düze geldim deyip duruyorum. Fotoğraf makinasının pilleri sinyali artırdı.
Çok büyük iş beceren kahraman şövalye, peh peh peh.
Zaten aşağıdaki karede önümde inmek üzere olduğum yolu güzel anlatıyor, bu noktadan sonrası tamamen taş, toprak, enduro dışı bir aletle inmek zor gibi. "Ulen Karakarga bunu da beni sırtından atmadan inersen sana helal olsun" diyorum.
Ama iniyor, yavaştan yavaştan, beni mahçup etmiyor, ben umarım aşağı uçmayız derken.
Ve yine yokuşun hafiften düzelen bir yerinde soluklanıyoruz ikimiz de.
Manzara güzel, ama bende hala aşağıya doğru ineceğim dik yokuşun endişesi var, hiç de belli etmiyorum canım...
İşin garibi benim yukarıya doğru ve denizin tersi yönde gitmem gerekiyordu, ne işim var denize doğru diyorum. Sonradan anlıyorum ki daha önce geçtiğim yola geri dönmüşüm, yani tepenin birinin içinde çember çizmişim. Aynı yoldan yukarı çıkarken belli bir noktada yanından geçtiğim tünelimsi eğilmiş ağaçlardan oluşan geçidi hatırlıyorum ve onun hemen yanından daha önce geçerken farkına bile varmadığım yukarı doğru çıkan yola dönüyorum. Dikkat etmesem bu dönüş tam sağ arkamda kaldığı için yine göremeyecektim. Yani dön baba dönelimle ömrümü tüketecektim az kalsın o tepede...
Oradan yukarıya doğru bir ara öylesine dik ve kayalık bir yokuşa denk geliyorum ki, sağ ayağım dengesizlik yüzünden arka frenden kayıyor ve ön frende işe yaramayınca motorla beraber geri geri bir kaç metre kayıyoruz. "Az kaldı şimdi düşeceğiz" derken soğukkanlılıkla ayağımla arka freni yeniden bulduruyorum ve hemen vitesi düşürüp gaza asılarak ok gibi kayalık yoldan yukarıya fırlıyorum. Bu kez çıkıyoruz. Bir süre sonra yolda bira şişeleri, bir kırık sandalye görüyorum, "hah diyorum işte tek dişi kalmış canavarın belirtileri"
Az sonra da ufukta asfalt görünüyor. Saatime bakmak aklıma geliyor, neredeyse bir saattir asfaltı bulacağım diye debelenmişim.
Asfalta çıktığım noktadaki tabela adeta bana ders verir nitelikte..
Ve fotoğrafın sağ tarafındaki yokuşa dikkatinizi çekiyorum, az önce orayı tırmandım. Ve tam bir saattir oralarda debelenmişim. Vah ki ne vah!
Asfalta çıkınca farkediyorum ki, bugüne kadarki kısacık motorculuğumun en önemli enduro deneyimi ve macerasını yaşamış bulunuyorum.(Aldığım tüm motosiklet ve hayatta kalma eğitimlerine şükrediyorum)
Ve o maceranın ardından Karakarga ve benim halimiz.
Ama sırf şu fotoğrafı yakalamış olmak için bile bunca maceraya ve zahmete değdi diyorum kendi kendime.
Üstelik fotoğraf makinamın yanında taşıdığım yedek piller de şarj edilmemişmiş. Buna rağmen dinlendire dinlendire makinayı bu fotoğrafları pozlamayı başardım.
Ve asfata çıkmanın verdiği sevinçle bir süre o yol kenarında motoru ve kendimi soğuttuktan sonra açıyorum gazı yeniden.
Sonunda nihai hedefe varmak güzel.
Feneri değil Ceneviz Kalesini tercih ediyorum, fotoğraf çekmek için, ama bugün kabul günümüz, yolu bobiler kesmiş. "Aha, diyorum, şimdi işimiz gerçekten bitti. Sen onca ormanı aş, kayayı tırman, şimdi medeniyet içinde
bobilere kurban git."
Bir süre yol kenarında kontak kapalı bekliyorum, bobiler aynen fotoğraftaki gibi yolun ortasında, onlar da beni kesiyor. Yiğitliği elden bırakmayıp açıyorum kontağı, "En fazla yolun sağından uçarız mavi sulara", bunu da fazlasıyla hakettik zaten diyorum.
Ama bobiler sakince yolu açıyorlar, acımış olmalılar hali perişanıma.
Ve ikinci Ceneviz Kalesi fethine başlıyorum. Karakarga'nın üstünde.
Aslında bu birazcık yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot pozu gibi. Zira Ceneviz Kalesinin de fethedilecek hali kalmamış, bende de pil bitmek üzere.
Maceranın iki kahramanı, yorgunluktan pek gülemiyorlar.
Rumeli Feneri ise nazlı bir gelin gibi Karadeniz'e işveye devam ediyor hala. Tıpkı geçen yıl bıraktığım noktadan devamla...
Geçen yıla atıfla bir de nostaljik efekt koyalım raporumuza.
Ve her geçen gün iyiden iyiye yok olan Ceneviz Kalesi. Etrafı çöplerle dolu, eteklerinde mangalcı yurdum insanı alem yapıyor. Dev bir tarihi hiçe sayıyor mangal kömürleri. Mangal gibi yürekleriyle buraları fethedenleri ızgarada eritiyor mezemize katıyoruz adeta.
Çöpleri kadraj dışı tutmaya çalışarak fotoğraflamayı deniyorum kaleyi.
Keşke biraz daha eğitebilseydik halkımızı, keşke eğitim verecek insanlarımızı da yeterince iyi eğitici yapacak eğitimi verebilseydik. O zaman bu merdivenler daha çıkılabilir, bu manzaralar daha bakılabilir halde olabilirdi. Herşeye rağmen tarihin derinliklerinden kalanlar güzel geliyor göze, elde avuçta son kalanlar olsalar da.
Etraftaki arabaları, poşetleri kesip karelemeye çalışıyorum tarihi, tarihi gibi görünebilsin diye.
Ama insanoğlu çelişkileriyle var, o tarih içinde sonradan icat ettiğimiz teknolojik aletleri de görmek hoşumuza gidiyor, büyük zevk alıyoruz bundan. Şimdi kanlı canlıların değil, demir atların zamanı.
O esnada bir atlı daha geliyor ben misali kale surlarına. Muhtemelen benim gibi bir parkurdan değil asfalttan gelmiş buralara.
Bense kimbilir ne asfaltlar, ne dağlar taşlar aşacağım daha diyerek umutlanmadayım. Yol devam ediyor çünkü hala, üstelik ben henüz başlarında sayıyorum kendimi yolun...
Gidecek çok yol var yani bana...
Dönüş yoluna geçerken, fotoğraf makinamın pilindeki son enerjiyle aynamda bir tarih kalıyor ve bu pozun ardından makinam kapanıyor.
Bense gazı açıyorum dönüş yoluna doğru.
Cloud
06 Ağustos 2008
İkinci Rumeli Feneri Sürüşü.
(Robert Frost'a saygıyla.)